Dâvet
Bir gün dalmıştım. Ama öyle sebepsiz yere dalmak değil hani.
Mesela yapacak çok işiniz vardır da, bir yerlere yetişmeye çalışırsınız. Yolda
hızlı adımlarla -adımlarla nefesin alış verilişini senkronize hâle getirerek,
biraz da çabuk yorulmamak için- yürürken harcadığınız zaman size öylesine boşa
gidiyor gibi gelir ki; o vakti nasıl değerlendireceğinizi düşünürsünüz.
Aklınıza dalıp gitmek gelir, ya da zihin hemen hayallere yapışır. Hiç değilse
düşünmek istersiniz o vakitte, düşünüyor olmak. Sanki düşünmeden durabiliyoruz
da… Erkekleri bilmem ama kadınlar düşünmeden bir saniye bile duramazmış, bilim
söylüyor. Ben duramam mesela. Neyse…
İşte öyle düşünesiniz gelir de kendinizi bir deryanın
ortasında bulursunuz ya, aklınız uçmuş gitmiş, hayaller çepeçevre sarmış… İşte
öyle dalmıştım. Aslında düşünmek istiyordu canım, hayal kurmak. Sonra bir ses
duydum:
— Pardon, bakabilir misiniz?
— …
— Lütfen beni yanlış anlamayın, kötü bir niyetim yok.
— Ne istiyorsunuz?
— Arkadaş olmak…
— Benim yeterince arkadaşım var, sağ olun.
— Ama hemen kestirip atmayın, ben öyle basit bir
arkadaşlıktan söz etmiyorum. Ebedî bir arkadaşlık…
— Ebedî bir arkadaşlık mı?
— Evet.
— Bakın, yanlış kişiyle muhatap oldunuz. Ben pek size uygun
biri değilim. Uzun süreli ilişkilerden hoşlanmam. Anlık lezzetlerim vardır
benim. Birine her gün aynı derecede ilgi göstermeyebilirim. Bugün
ilgilendiğimle yarın ilgilenmeyebilirim. Hem dedim ya, çok fazla arkadaşım oldu
benim, çok fazla da olur. Yani bana kalırsa siz…
— Hemen kestirip atmayın demiştim. Ebedî arkadaşlığımızın
tadını alınca, günübirlik arkadaşlıklarınıza devam edeceğinizi ve onları
arayacağınızı pek ummam.
— Bu nasıl bir özgüven?
Tamamen şaşkına dönmüştüm. Neydi şimdi bu, Allah aşkına?
Neyin ısrarıydı? Ben hâlimden son derece memnundum. Gerçi arada sırada ruhum
kırılmıyor, hayalim kesilmiyor, ümidim yorulmuyor değildi günübirlik
sevdalarımdan. Ama yine de günebakan gibi; her gün bir güneş bulan, onu takip
eden, o fenaya gidince boynunu büküp ertesi sabah yeni bir güneşle yeniden
yüzünü kaldıran olmak… Ne bileyim? Lezzet mi veriyor neydi? Hâlbuki nilüfer
çiçeği gibi olabilseydim. Bir kere gözünü bir güneşle suda açmak, güneş doğsa
da batsa da o suyla yaşamaya devam etmek ve vakti geldiğinde solmadan,
kurumadan yine suyun kollarında tamamlamak sevdayı… Belki o dibe batış hâliyle
son busesini almak ve sonsuza kadar o aşkla taptaze diri kalmak… Ne bileyim
işte? Bunları da düşünmüyor değildim zaman zaman; ama yine de rahatsız olmuştum
işte, yüz veresim gelmemişti ebedî arkadaşlık teklifine.
Ondan sonraki gün ve ondan sonraki ve ondan… Her gün gördüm
onu. Her gün teklifini yineledi. Ben her gün reddettim. Her gün kendime yeni bir
aşk buldum. O hep aynı yerde durdu, bana baktı, beni çağırdı. Ebedî arkadaşlık
teklifine devam etti.
Bu hikâyeyi duyanlar, “Ne aşkmış be!” dediler. “Bu nasıl bir
sevdaymış?” Gelin ben size hikâyenin doğrusunu anlatayım. Aslında bunun adı aşk değil, yardım olsa gerek.
Çünkü insan âşık olduğunu beklemez, âşık olduğuna koşar. Ama
yardım etmek istediği insanın önünde durur; “Haydi, buradayım. Seni kurtarmaya
geldim. Yalnızca bir adım at bana” der.
Yıllar geçti. O hâlâ aynı yerde, beni davet ettiği yerde duruyor.
Beni gündelik aşklardan, bir günebakan gibi kuruyup solmaktan kurtarıp, ebedî
sevdanın gölünde solmadan yıkanmaya davet ediyor.
“Niye hâlâ icabet etmedin, öyleyse?” diye soruyorsanız eğer;
cevabı bulmak zor değil aslında. Günübirlik arkadaşlarımın çokluğundan… Aşk
derecesine çıkmış o kadar çok sevgili var ki peşinde koştuğum, bana benden çok
yardımı dokunan aşka koşamadım. Hatta bir tek adım dahi atamadım. Üstelik hâlâ
orada bekliyorken…
— Pardon bakabilir misiniz? Fe eyne tezhebûn… Nereye bu gidiş?
Yorumlar
Yorum Gönder